24 Nisan 2010 Cumartesi

Ağlamadan
dillerim dolaşmadan
yumruğum çözülmeden gecenin karşısında
şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı
üzerime yüreğimden başka muska takmadan
konuşmak istiyorum.

16 Nisan 2010 Cuma

Frenk-eştayn.

Yok hatalı okumadın, ben Frenkeştayn oldum. Şimdi bu fransızca meselesi ile uzun zamanlardır başım bir hoş.

Frenkeştaynlık bünyemde meydana geldi hem de hissedilir şekilde. Öyle gece yatıp sabah kalktığımda aynada can sıkan sivilce misali değil(Gregor Samsa benzetmesi bekleyenler avucunu yalasınlar, bir buraya girmedi adamcağız).

Edebiyatı bir yandan vurur, diğer yandan kelimeleri yuvarlaya yuvarlaya chanson'lar, filmler malumunuz zaten. Anlayacağınız Frankenstein gibi içine düştüğüm dünyayı anlamaya çalışırken, diğer yandan da sinkaf etmeyi ihmal etmiyorum duruma. Beni Paris' in göbeğine fırlatıp atsanız, acımdan ölür, o güzel yemekler yerine Burger King' lerde menüleri yemek zorunda kalırım.
Tam şimdi konuşmaya başlayacağım artık diyerek yerimden her kalkışım daha da dibe gömülmeme sebep oluyor. En son seslendirdiğim fransızca söz öbeği "Alagardiş far fuy".
Öbek diyorum çünkü hani biri eline tamir için bir cihazı alır, kurcalar, kurcalar sonunda artık cihaz tamir bile edilemez, parçalardan oluşan bir öbek halini alır ya. İşte bu söz öbeği de bu.(Avec Le Temps' den alıntıdır. "a la galerie "j'farfouille" dans les rayons de la mort,") Bu yaptığım istemeden Frankenstein' ın o suçsuz kızı öldürmesiyle aynı benim nazarımda.

Peki o zaman soruyorum. Doktor beni niye bu duruma soktun? Neyse en iyi bildiğim 3 fransızca şey ile bitireyim, zira sonsuza kadar Frankenstein-Frenkeştayn benzerliğini yazmak zorunda kalacağım. Bir Milton' ımız da yok ki yol gösterecek.

Liberté, égalité, fraternité!
ya da

İttihat ve Terakki' nin de dediği gibi

Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet!